18 Nisan 2016 Pazartesi

Liderliğe hazır mısınız?

Liderlik, tüm seviyelerinde keyif ve başarma duygusu ile fitillenmiş memnuniyet hissini yaşatmalıdır insanın iç dünyasında. Eğer böyle bir hissi yaşamıyor veya yaşamayacağınızı düşünüyorsanız mevcut pozisyonunuzda kalın ve lider olma arayışınızı en azından bir süre için durdurun.

İşin bu noktasında isek eğer, biraz daha baştan başlamalıyız sanırım.
Böylelikle liderlik vasfına sahip olup olmadığımıza veya lider olmak isteyip istemediğimize ilişkin kararımızı daha net şekilde verecek imkanlar bulabiliriz.

Liderlik, insanları arzulu olmak zorunda hissetmedikleri (bazan arzulu olmadıkları bile diyebiliriz) şeyler veya işlere kanalize edip, istenen sonuca ulaşılmasını sağlarken, yine bu insanların aynı zamanda hem keyif almasını, hem de tecrübe kazanmalarını sağlamaktır.

Bu tanımlama ışığında Lideri nasıl tanımlayacağız o vakit?
Gerçeklerden kaçmadan, tespit edeceği gururlanma seviyesindeki başarı hedeflerini kendisine ve ekibine inandırmış olan, ve bu hedeflere ulaşmada "canı hiç istemezken dahi" en başarılı adımları atan ve attıran kişidir lider.

Peki bu bahsettiğim lider tipinde olabilmek için neler yapmalıyız. Cevabı içinde saklı olmakla birlikte yukarıda yaptığım tanımlamayı detaylandırarak açmak sanırım cevabı bulmamızda büyük rol oynayacaktır.

İsterseniz önce hedef belirlemeden başlayalım. Bir pazarlama ekibinin başında olduğumuzu düşünelim. Ve işin çok başında olduğumuzu da. Pazarlamakla görevli olduğumuz Ürün veya hizmetin önce bilinirliğini yaratıp/arttırıp, sonra bu ürün veya hizmete olan ihtiyacın oluşmasını sağlayacağız. Hedef kitlenizin 5000 birim müşteri olduğunu düşünürsek, günde 10 çağrı/görüşme ile pazarın tamamına ancak 500 is gününde ulaşacağız demektir. Kabaca ikibuçuk yıl! Oysa arzulanan süre zaten dün bitmişti. O vakit liderin belirlemesi gereken süre nedir burada?

Ben 3 ay derim, bir başkası 5 ay diyebilir. Bunun ötesinde ne 250 gün diyen ne de iki haftada bu kitlenin tamamına ulaşırım diyenler her iki yönde de realist hedefleme noktasından uzaklaşmaktan başka birşey yapmış olmazlar.
Burada belirlenen hedef, ulaşıldığında övünç hissi uyandırabilecek kadar uzakta olmalıdır. Bu anlamı ihtiva eden hedef, Liderin başarı anahtarlarından en önemlisidir. Hedeflerini tutturmuş bir lider görevinin çok önemli bir adımını tamamlamış, ilave olarak da diğer görevlerinde kullanacağı ciddi bir de materyal edinmiştir.

Tamam, hedef belli, imkansız boyutunda olmadığı gibi acıtacağı da aşikar. Peki hedefe ulaşmada kim nasıl görev alacak?
Delegasyon, yani görev ve yetki dağıtma becerisi işte bu noktada devreye girer. Lider, görevleri doğru insanlara delege edebildiği, bu görevleri yerine getirecek kişilere ise, yeterli ve gerekli yetkileri verebildiği ölçüde başarıyı yakalar.

Çok hassas bir konu olan görevlendirme ve yetkilendirme kısmını ifa ederken sahip olduğunuz ekibinizin yeterlik ve kabiliyetlerini de iyi analiz etmiş olmanız bir liderden beklenen en doğal şeylerden biridir. Kimseye altından kalkamayacağı bir görevi veya efektif olarak kullanamayacağı bir yetkiyi yüklememelisiniz.

Pekala! Görevler ve yetkiler akılcı olarak dağıtıldı. Ekibi ruhsal olarak hazırlama konusu ne alemde?
Azmettirme liderin olmazsa olmaz vasıflarından biridir. Ekibinizdeki her bireyin yüklendiği görevin bilincine erişmesi, yetkilerinin sorumluluğunu layıkıyla taşıması konularında birinci eğitmen olduğunuzu unutmamalısınız. Heyecanı yaratacak, başarma arzusunu alevlendirecek olan ve nihayetinde ekip ruhunu yaratıp koordinasyon içerisinde azimle çalışılacak ortamı öncelikle lider olarak siz yaratacaksınız.
Başarı ekibinizin eseri olurken ekibiniz de sizin eseriniz olacaktır.
Öyle bir eserki, artık elimizdeki bu ekip ile daha büyük başarılara koşmak konusunda başladığımız noktadan çok daha ileride ve hazırlıklı olduğumuzun kanıtı olduğunu ispat etmiş ve tüm çarklarının doğru ve en yüksek performans ile çalıştığı onaylanmış bir eser.

Bu eseri yaratmanın en önemli anahtarlarından biri ast'i önemseme, alttan gelen fikir ve düşüncelere önem vermektir. Şunu asla unutmayın! Çok iyi bir lider olmak sizin yönettiğiniz ekibin en zekisi, en müthiş fikirleri ortaya koyan, en kurnazı olduğunuz anlamına asla gelmez. Aksine ekibinizin içerisinde ufkunuzu genişletecek, kafanızda yeni kıvılcımlar çaktıracak başka beyinler olabileceğini düşünüp alttan gelen sesleri ne kadar derinden gelirse gelsin dikkatle dinlemelisiniz.
Başarıyı ancak böyle yakalarsınız.

Mükemmel! Başarıyı yakaladınız. Sonra?
Yakaladığınız başarıyı kutlamanız bir sonraki projenin en önemli lokomotiflerinden birisidir. Başarınızı hem kişisel hem de ekip seviyesinde kutlamazsanız, dahası bu başarıda emeği olan her bireyi ödüllendirmezseniz bir sonraki başarının tadını ve büyüklüğünü kaybetmiş olursunuz. Özellikle ekibinizin azmini en yüksek seviyede tutmak için buna ihtiyacınız olduğunu unutmamalısınız. Yoksa bir sonraki projeye miras niteliğinde olan ekibinizi kaybetmekle kalmayıp, ekip yönetiminden de eksi not alırsınız.


Başarılı ekiplerin en çabuk dağıldıkları zaman dilimi başarı sonrasından kutlama ve ödüllendirme zamanına kadar geçen süreçtir.  

İş ve özel Hayat dengesi

  
Üzerinde kitap yazılsa bitmeyecek bir başka konudur bu denge meselesi, iş hayatımız ile özel hayatımızın dengesini kurabilmek hele. Öylesine iç içe girerki bu iki hayat bazan; içinden çıkılmaz hale gelir. Eşler kavga eder, Özel günler kaçırılır, Tatiller ertelenir... ve daha neler.
Tüm bu saydıklarım iş hayatımızın özel hayatımıza tasallutu durumunda yaşanan ve bir çoğumuzca bilindik şeylerdir. Ve bu mesele genellikle de hep bu yönüyle anlaşılır, irdelenir ve tartışılır.
Oysa bir de diğer taraftan düşünmek ve irdelemek gerek. Özel hayatımız iş hayatımızı hiç etkilemiyor mu acaba? Veya daha gerçekçi soracak olursak eğer; ne kadar etkiliyor? Konuyu biraz daha can alıcı bir soru ile netleştirerek daha da açmak istiyorum; Özel hayatımızın iş hayatımıza olan olumsuz etkilerini kabul edip, kendimizi işimize veya partonumuza karşı suçlu hissettiğimiz zamanlar oluyor mu acaba?
Mesele aslında hassas. Bazıları bunu kendine bile itiraf edemeyebilir. Ancak kabul etmeliyiz ki; hepimizin böylesi durumları olmuştur ve olacaktır da. Peki ne yapmalı? Birbiriyle derinden ilintili bu iki dünya arasında "ne şişi ne de kebabı yakmadan" makul bir dengeyi nasıl oluşturmalı?
İsterseniz önce kitabi yaklaşımları biraz irdeleyip devamında yaşamsal gerçekliklerle ayakları yere basan çözümlere nasıl ulaşabileceğimize bakalım. Kitap derki; profesyonel bir yaklaşımla işinizdeki sorunlarınızı özel hayatınıza, özel hayatınızdaki sorunları ise iş hayatınıza yansıtmamalısınız. Kimimiz bunu başardığını dahi söyleyebilir. Ancak o anki duygularımız ve ruhsal platformumuz gereği birçoğumuz için imkan dahilinde bir aksiyon değildir bu genellikle. Çünkü kitaplar ve içerisindeki kurallar özellikle duygusal bazlı dış etmenleri yok saymışlardır her daim. Tıpkı yangın talimatnamesindeki klişe kurallar sinsilesinin tek tek ve sırayla yapılması gerektiği ve bu işlemlerin sonucunda da yangının sönmesi gerektiğinin yazması gibidir yani. Paniğe kapılmış olmayı göz ardı eden bir yaklaşımdır bu tabiki. Kitapta yazan gerçek hayatla uyuşmuyor ise peki, gerçek hayatta neler yapmalı?
Bence açık yüreklilik ile durumunuzu açıklamak ilk yapmanız gereken şey olmalıdır. Böylesi bir yaklaşım işvereninize veya yöneticinize, bu özel durumunuz dolayısıyla oluşabilecek ihmallerinizden kaynaklanması muhtemel aksamaların önüne geçmeye imkan yaratır. Yöneticinizin açısından bakıldığında proaktif yönetim biçiminin önünü açmış olursunuz yani. Eğer daha yetkin bir pozisyonda iseniz görevlerinizi çalışma arkadaşlarınıza delege ederek bu zor zamanı atlatmanız kabil olabilir. Çalışma arkadaşlarınız veya yardımcılarınız işinizi sizin kadar kaliteli seviyede yapamayacak olabilirler, ancak sizin o anki ruh haliniz ile yaratacağınız hasar ve sorundan çok daha iyi bir sonuç çıkacağı kesindir.
Unutmayın! iş hayatı çok acımasızdır. Çoğu kez yapılan hatanın telafisi de mümkün değildir. Eşiniz ile işyerinden geç geldiğiniz için yaptığınız tartışmayı ertesi gün bir çiçek ve bir özür ile tamir edebilirsiniz. Ancak özel hayatınızdaki sorunlar nedeniyle kafanızın o karmaşık hali içerisinde lâyıkı ile tamamlayamadığınız iş, servis, rapor her ne ise, muhatap müşterinize zaman ve para kaybettirecektir. Bunun sizin tarafınızdaki sonucu da çok büyük ihtimal ile para ve müşteri kaybetmeniz biçiminde olacaktır.
Bu noktada en onemli gerçek ise Kaybedilen müşterinin ve kazancın bir demet çiçek ile asla geri gelmeyeceği gerçeğidir.



Timuçin Gökdemir
15 Mat 2011

Toronto, Kanada

Hayat dediğimiz şey



Siz başka şeyler planlıyorken başınıza gelen şeylerin bütününe “hayat” deniyor ya hani! Bugün işte bu hayat denilen şeyin üzerine biraz kafa yormak istiyorum.
Şimdi bu başınıza gelen şeylerin bütününe koşulsuz olarak “kabulumdür” deyip içinize sindiremiyorsanız... işiniz zor.
Yok eğer bu şeyin içine kendi planladıklarınızdan bir kaçını yerleştirebildiyseniz... ne ala!
O vakit keyifli bir hayatınız olduğunu söyleyebilirsiniz.

Bu, tıpkı önünüze konan bir yemeği kendi ağız tadınıza göre tadlandırmak için tuz, karabiber, nane veya zencefil gibi baharatları kullanmak gibidir. Öncelikle varsa kullanırsınız. Sonrasında ise katmayı planladığınız miktar, alacağınız tadı güzelleştirir veya daha da berbat hale getirir.

Bir nevi sizin elinizdedir yani.

Eşimin genelde salatamıza yaptığı gibi göz kararı tuz ekerseniz hayatınıza, ve eğer göz kararı ayar tutturma işinde o kadar da becerikli değilseniz... Sorun var demektir.

Zaten planladığınız şeyin dışında bir şey ile karşı karşıyasınız dedik ya, hayat denilen şey yani...
Benim gibi önce eczacı olmak istemissiniz, sonra bari asker olayım derken, kendinizi teknoloji dünyasının içinde bulmuşsunuz. Şimdi ne üniforma var, ne de rafta müşteri bekleyen bir dolu soğuk algınlığı ilacı.

Peki kendi planladıklarımdan bir kaçını bu başıma gelen şeye nasıl adapte edeceğim şimdi? Ya da edebilmiş miyim acaba?

Yıllar öncesiydi.. Kendi işimi kurduğumda, Bilgisayar dünyası henüz gelişme safhasındaydı. Müşterilerim beni hep "markacı" diye tanıdılar. Daha ucuz olmasına, hatta daha çok kâr getirmesine rağmen bu duruşumu bozmadım ve o zamanın tabiri ile "toplama" bilgisayar işine girmedim. Genelde marka bilgisayar sattım.
Müşterilerimin gözünde hep bu üniforma vardı üzerimde.

Ayrıca hiç bir zaman çözüme gerçek katkısı olmayan bir cihazı sırf para kazanayım diye satmadım. Her zaman ihtiyacın gerektirdiği doğru ürünü ihtiyaç olunan miktarda teklif ettim. Önerdiğim ürün ve hizmetler her zaman müşterimin derdine deva oldu, baş ağrısı değil.
Tıpkı bir eczacının size tavsiye edeceği soğuk algınlığı ilacı gibi.

Peki siz neler yapıyor, neler katıyorsunuz yaşadığınız hayata?
Yaşadığınız hayat planladıgınız şey değilse eğer, içine hiç değilse arzu ettiğiniz tadlardan yerleştirmeyi deneyin.
Hukuk fakültesine giremediyseniz de yasaları okuyun, öğrenin, tatbik edin.

Üniversiteye gidip öğretmen olmayı hayal ederken, kendinizi evli, iki çocuk sahibi bir anne olarak bulduysaniz, Öğretmenliğe kendi çocuklarınızdan başladığınızı varsayın.

Ve unutmayın, ikinci bir fırsat her an önünüze gelebilir, ve arzuladığınız şeye hala aynı inanç ile bakıyorsanız ulaşabilirsiniz.

80'li yıllarda kendisi IT sektöründe, eşi ise eğitim sektöründe çalışan üstelik bir de kızları olan değerli bir arkadaşım, eşi ile beraber otuzlu yaşlarının sonlarına doğru Hukuk fakültesi diplomalarını alıp keplerini havaya uçurdular.

Yani diyeceğim o ki; Planladığınız şeyleri yapamadığınız için üzülmek yerine yeni bir fırsat ile en azından ikinci bir şansınız olacağına ilişkin inancınızı asla yitirmeyin.
Yaşadığınız şeyi daha sevilebilir hale getirmeye çalışın.
Hobilerinizi geliştirin,
Hayallerinizin üzerine gidin.
Bunları yapmazsanız tatsız ve tuzsuz bir hayat yaşamak zorunda kalırsınız.
Böylesi bir durumun ise ne size ne de çevrenizdekilere yarar getirmeyeceğini, aksine sorun ve şikayetleri çoğaltacağını da unutmayın.
Sanırım "Sana hayatta başarılar!!" temennisini anlamaya başlıyorum yavaş yavaş.

Timuçin Gökdemir

Temmuz - 2010

27 Eylül 2010 Pazartesi

Nereye gelmişiz? Nereye gidiyoruz?



Temel anlayışlarımdan biridir; Ne yaparsak yapalım önce bir amacımız olmalı diye düşünürüm hep. Ancak bazan duyarım "ne bileyim, öylesine yaptım işte" der insan.

Oracıkta aklım karışır. "Nasıl yani !"
Benim gibi yurt dışında yaşamayı seçmiş kişilerden dahi alıyorum bu cevabı kimi zaman. Hani en azından "macera olsun diye geldim" dese.
Derdim ki "hımm, maceracı bir adam demekki." Fakat öyle de değil. Adam zaten hurdaya çıkma zamanı yaklaşmış katalizör çubuğu gibi. Geldiği gibi yaşıyor, ne yenilik peşinde, ne yenilenme.
Yarım yamalak Türkçesine üç, beş ingilizce sözcük dahil ederek yeni dünya'ya adaptasyonunu simgelemeye çalışıyor sadece.
Entegrasyon mu? Hak getire.!

Öte yandan, seni, beni buraya çağıran, kabul eden, çitin arkasındaki bekçilerin ise hiç bir beklentisi yok bizimle ilgili.
Onlar gözlerini şimdiden çocuklarımıza dikmişler. Hesapları belli yani. Nereye gittiklerini ve bizleri nereye getirdiklerini gayet iyi biliyorlar.

Ee..! O vakit senin de bir amacın olmalı dünyanın öteki ucuna gelip yaşamayı seçmiş isen.
Olmalı ki nereden geldiğini bildiğin kadar nereye gittiğini de bilesin.

Nereye gitmek istediğini bilmiyorsan, Bütün yollar aynıdır. diyor eski bir atasözü.
Bizler de hasbel kader gözümüzü yurt dışında açmış olmamalıyız diyorum işin bu noktasında.

Başka toplumları inceliyorum bir süreden beri. . Şairin dediği gibi Ellerin vatanı bana yurt mu oluyor acaba ?” derken etrafıma bakıyorum, benim gibi vatanlarından uzakta başka memleketlerde yaşamayı seçmiş olan insanları gözlemliyorum.

Çokça Hintli var buralarda.
Düzenlerini kurmuş, adaptasyonlarını tamamlamışlar. Belirli şehirlerde toplanmış, onlarca milyon dolar değerinde katedrallerini dahi inşa etmiş bir halde Kuzey Amerika'da yaşamlarını sürdürüyorlar.
Diğer yandan ise arı gibi çalışıyorlar. Yetmiyor, ülkelerine iş götürüyorlar. Kuzey Amerikanın en köklü firmalarından biri olan Bell'in maliyetlerini bahane ederek müşteri hizmetleri merkezini Hindistan'a taşımasına vesile olabiliyorlar. Bu insanların ayrıca kültürlerini korumak konusunda çok sağlam sayılabilecek duruşları var. Yeni dünyaya entegre olmayı giysilerini değiştirmeye endekslememisler. Bu sebeple bir çok hint'liyi kendi yorsel kıyafeti ile görmek veya kafasında sarık ile görevinin başında bir polis memuru ile karşılaşmak çok şaşırtıcı değil burada. Kanada parlamentosuna milletvekili olarak seçilen ve bu hizmetini başında sarığı ile ifa edenler dahi var.

Çinlileri hiç konuşmaya bile gerek yok.
Toronto'daki Cin mahallesinden bir görüntü
Onlar da arı gibi çalışıp, hedefledikleri belirli sektörleri ele geçirmeye çalışıyorlar. Ayrıca gittikleri her yere de mutlaka en az bir Çin mahallesi kuruyorlar. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmayı sadece kendi sınırları içerisinde yaşayan vatandaşlarına borçlu olduklarını hiç sanmıyorum.

Portekizililer ve İtalyanlar ise daha ilginç bir tablo sergiliyorlar. Üç kuşak önce gelip Kuzey Amerikaya yerleşmiş olanların torunları ve hatta torunlarının çocukları dahi gerçek ana dillerini kaybetmiyorlar. Hepsi güncel hayatta Kanadalılaşmış görünmelerine rağmen "Little Italy" festivalinde sokakları italyan bayrakları ile doldurup taşırıyorlar. Veya futbol takımları Kuzey Koreyi 7-0 yendiğinde şehri Portekiz bayrakları ile gün boyu dolaşan arabalarla dolduruveriyorlar.

Gelelim Yahudi'lere;
Birbirine bu kadar kenetlenmiş başka bir millet görmedim desem sanırım abartmış olmam.
Hiç bir zaman küçük işlerle uğraşmaz, her zaman en iyi eğitimi alır, temel eğitimi ise mutlaka yahudi okullarında verirler çocuklarına. Bununla beraber Kanada ekonomisinin ciddi boyuttaki özel teşebbüs oluşumlarının ve yatırımların içerisinde hatırı sayılır ağırlıkları vardır. Çok dağınık bir yerleşim biçiminde olmak yerine belirli bir semt veya mahallede toplu halde yaşamayı severler.
Amerikanın Newyork eyaletindeki Long island'da bu mekanlardan biridir.
Kanada'da yaşarken Long island'a yerleşmeyi hayal eden bir Türk arkadaşım orada daha rahat edebilmek için ibranice öğreniyordu .
Hedefi uğruna verdiği uğraş dolayısıyla takdir edilmesi gereken bu Türk arkadaşın davranışı yahudi toplumunun kuzey Amerika toplumuna nasıl entegre olduğunu sanırım bir nebze gösteriyordur bizlere.

Kendimize dönüp şöyle bir baktığımızda ise hızlı bir bakışta ilk şunları görüyor insan;
Çatışma ve fikir ayrılıklarını hayatın her safhasına entegre edebilmeyi toplumsal birlikteliği tesis etmeye her zaman tercih etmişiz.

Çocuklarımız daha kolay ingilizce öğrensin diye Türk aileler ile görüştürmeyenlerimiz bile var.

Hiç bir zaman birlikte oturmamış, elden geldiğince dağınık yaşamaya calışmışız.

Bir Türk mahallesi kuralım diye düşünenimiz asla bulunmaz iken, her şehrin kendisini temsil eden bir kahvehane kurmayı hiç ihmal etmemişiz.  Maraşlılar, Konyalılar, Denizliler kendi kahvelerine gider olmuşlar bu sayede.

Azıcık eğitim almış olmak, farklı politik görüşler, hemşehrilik, hatta tuttuğunuz takım dahi sizi bir guruptan ayırmaya yeter de artar olmuş.

İşte tüm bu nedenler ile  sivil toplum örgütlerimiz "körlerle sağırlar birbirini ağırlar" misali cılız ve toplumu temsilden uzak kalmışlar hep.
Heleki sivil toplum kuruluşlarının yaşamın her noktasında çok ciddi ağırlığı olduğu bu kuzey Amerika ülkesinde, böylesi bir durumda kalmak gurbetteki Türk toplumunu içinden çıkılmaz imkansızlıklara sürüklemiş durmuş.
Elin Hintlisi iş aradığında, önündeki seçeneklerin çokluğundan dolayı aklı karışırken, bizim insanımız iş aramak için nereye dahi başvuracağını bilemez durumda kalmış.

Tüm bunları mış'lı geçmiş kipi ile masal gibi anlattım. Keşke tamamı masal olsaydı!
işte bu sebeplerden ötürü nereye gidiyoruz, veya nereye götürülmek isteniyoruz bilmemiz gerek diyorum.
Çünkü hepimizin eksiklikleri var...
Ancak birlik olduğumuzda her birimiz, bir diğerinin eksikliklerini tamamlayabilir.

Çünkü hepimizin farklılıkları var...
Ancak bu farklılıkları toplumumuzun zenginlikleri olarak algılayıp ortak değerler etrafında birleşmek zamanı geldiğinde bir kenara bırakabilmek bir meziyettir.

Bu meziyete sahip olabilmek ise nereden gelip nereye gittiğimizi öğrenmek ve bilmekten geçer. İşte başkalarına özendiğimiz konumlara gelebilme imkânımız bu anlayışlarda saklıdır.
Kapağı yurt dışına atmak isteyenlere duyurulur.

20 Agustos 2010
Dünya Gazetesi, 25 Eylül 2010

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Bruce Peninsula





















Bruce Peninsula Ontario Eyaletinin Sayfiye mekani... Harika doga manzaralari ile gorulmesi gereken bir yer...
Huron Golunun guney ve guney dogu kiyilarini icinde barindiran bu belde dunyanin en guzel gun batiminin seyredildigi ikinci mekan olarak gosteriliyordu bir kaynakta..

25 Temmuz 2010 Pazar


İşte koşulsuz sevgı dedıklerı böyle birşey...!
Öylesine sarılır ki anne oğluna Dünyadan kopar o andaççç Keza oğul da annesinin boynuna sarılırken kalan herşeyi geride bırakmıştır....
Sevginiz hep böyle kalsın, Tüm dünyaya örnek olsun...
Posted by Picasa

21 Temmuz 2010 Çarşamba

İş yerinde Stres III

İşyerinde stresi altetmenin yöntemleri hakkındaki yazı dizimin 3 üncüsünde iki ayrı konuyu ele alacağım.

İlki bir kaç adım ilerisini düşünmek üzerine. İş hayatı aslında satranç oyunu gibidir. Satranç'ta olduğu gibi iş hayatımızda da bir kaç adım ilerideki hamlemizi düşünerek hareket etmemiz gerekmektedir. Burada basit bir öngörülü bir bakış açısı içerisinde bulunmaktan bahsetmiyorum, daha ileriye bakmalı, uzgörü sahibi olmalısınız.

Bu düşünüş biçimi olası problemleri önceden tesbit etme fırsatını verdiği gibi, hem problemi hem de olası stresli durumu ortadan kaldıracak hareket kabiliyetini oluşturmanızda baş yardımcınız olur.

Sattığınız ürün ile ilgili en sık karşılaştığınız "çözümlenebilir" sorunları yaşadıkça bir liste haline getirip, bu listeyi ve çözüm yollarını bir kaynak olarak her yeni musterinize sunmanız uzgörülü bir düşünüş biçiminin stres azaltıcı bir örneğidir. Günümüz iş hayatında işletmeler, müşteri memnuniyeti kapsamında bu düşünüş biçimini temel hedef edinmiş ve kaynaklarının ciddi bir bölümünü bu bağlamda harcayıp problemleri önceden belirlemek ve arzu edilen süreden önce çözmek anlayışına yönelmişlerdir.

Stresi azaltacak bir başka davranış biçimi ise bahaneler yerine işleyişe eski tabir ile icraat'a yoğunlaşmaktir. İş hayatında her zaman aksilikler olabilir. Kendimizden veya başkasından dolayı, bir araç veya cihazın yarattığı sorunlardan dolayı kabul edilebilir ölçülerde gecikme her zaman söz konusu olabilir. Bu gecikmeler ise doğaldırki stres yaratabilir. İşte bu noktada stresi azaltmanın en önemli yollarından bir tanesi durum değerlendirmesinde edindiğiniz tavrı belirlemektir.

Bu durum değerlendirmesini yaparken eğer gecikmeyi açıklamak için harcadığınız süre aldığınız mesafeyi dile getirmek için kullanacağınız süreden uzun ise orada stresli bir durum olduğundan bahsetmek abartı olmaz.

Düşünsenize; amirinize bir durum raporu veriyorsunuz, rapor baştan sona aksamanın neden olduğunu, temel nedenin hangi etmenler olduğunu içeriyorsa bu raporun temel tartışma platformu da söz konusu aksaklıklar ve sebepleri olacaktır. Ancak aksaklıkları kısa bir kaç cümle ile açıklayıp, kaydedilen ilerlemeleri detayları ile öne çıkardığımızda konu bir sonraki adımın nasıl atılacağına doğru kendiliğinden yönlenir.

Daha net bir yaklaşım ile bahaneler ile boğuşmak yerine ne kadar yol aldığınıza bakıp, kalan yolu nasıl ve hangi biçimde tamamlayacağınıza odaklanmalısınız. Öte türlüsü arabayı içeriden itmeye benzer. Aynı eforu harcadığınız halde bir adım bile ileriye gidemezsiniz. Bu konu ile ilgili olarak özellikle Türk halkına verilebilecek en güzel örnek rahmetli Turgut Özal'ın o zamana değin hiç alışılmamış biçimde televizyon ekranlarına geçip hükümet olarak katettikleri yolu anlatması olabilir. "İcraatın İçinden" ismini verdiği bu özel hazırlanmış programlar sayesinde bir yandan toplumu stresten arındırmaya çalışıyor diğer yandan ise olumlu düşünüş platformları yaratıyordu.

Şimdi siz de yaşadığınız sorun ve aksilikleri "kısaca" gözden geçirip, ne kadar yol katettiğinize "etraflıca" bir bakın.

Ve hemen ardından stres yükünden uzak olarak odaklandığınız sonuca en kısa yoldan, en verimli biçimde nasıl varacağınızın planlarını tamamlayın. Haydi kolay gelsin!

Hata mı, Yanlış mı? Yoksa yanlış hata mı ?

Bir hata onu düzeltmeyi beceremediğiniz durumlar dışında "yanlış" haline gelmez.

Bu söz bana ait değil, John F. Kennedy söylemis. (An error does not become a mistake unless you fail to correct it.)

Aslında hiçbirimizin inkar edemeyeceği, insani yanımızın en önemli öne çıkış noktalarından biridir bu "hata yapma" olgusu. Onu duzeltemeyişimiz ise hatanın oluştuğu çemberdeki yetersizliğimizin veya basiret eksikliğimizin belirgin bir sonucudur. Ben böyle durumların tanımlaması için "yanlış hata" yakıştırmasını kullanırım.

Bana göre insan (doğal yapısı gereği) binlerce hata yapabilir hayatı süresince. Bunların her biri, her defasında kabul edilebilir bir hata olarak tanımlanmalıdır.

Ancak aynı hata ikinci kez yapılmışsa eğer!! işte bu üzerinde düşünülmesi gereken bir durum halini alır artık. Yoksa hatayı yapıyor, ardından bu hatayı hem telafi ediıyor, hem de gereken dersi alıp, aynı hatanın bir kez daha oluşmaması için önlemlerinizi alıyorsanız; yaptığınız tüm o hatalar size hayat tecrübesi adı altında çeşitli meziyetler katacaktır.

Eh! Kimsenin de buna diyeceği birşey olmamalı.

Bir de tersi durum sözkonusu tabii. Hatayı yaptık, ancak duzeltemedik. O veya bu sebep farketmez, artık bir yanlış'in içinde olduğumuzu söylemek abartı olmaz.

Eğer aynı hatayı düzeltmiş olalım veya olmayalım yine farketmez; yeniden yapıyorsak işte o vakit benim tanımlamam gelir gündeme: "yanlış hata!"

Hata yapmamaya özen gösterin. Yanlış hataya ise sakin ha düşmeyin. Bu size her nerede olursanız olun puan kaybettirir, farkında olmazsınız belki ancak pahalıya mal olur.

Aklıma gelmişken pencerenin bir de diğer tarafından bakacak olursak eğer, bir yandan yanlış hata'da ısrar edenlere tepki göstermeye devam ederken, öte yandan bu hatalarını algılayıp düzeltme yolunda doğru adımlar atmış olanlara da saygı ile yaklaşıp, ön yargılı bakış içerisinde olmamalıyız.

Aksi halde bizim de bir hata içinde olduğumuzu söylemek sanırım hata olmaz.

Yazımı bitirmeyi düşünürken aklıma bir başka ünlü söyleyiş geldi ; whatever works doesn't always work!

Ancak bu cümle üzerine biraz düşünmem gerekecek sanırım. Tam anlamı ile Türkçe'ye çevirmek bile çok basit değil zira.

Olsun! Bir dahaki yazım için konu hazır hiç değilse.

Timucin Gokdemir
17 Temmuz 2010, Dünya Gazetesi

18 Haziran 2010 Cuma

Isyerinde Stres - II

Bir önceki makalemde işyerinde stres yükümüzden bahsetmiş ve günlük iş curcunası içerisinde çoğu kez bunalımlar geçirecek noktaya geldiğimizden dem vurmuştum.

Bununla beraber herşeyin olduğu gibi işyerindeki stresi de alt etmenin yolları olduğunu belirtmiş ve bu konudaki ilk iki tavsiyemi örneklerle açıklamıştım.

Stresi alt etme konusunda kullanacağınız bir başka yöntem ise hobilerinizi iş arkadaşlarınız ile paylaşmak olacaktır. İlgi alanlarınızı, bulacağınız minik vakitlerde iş arkadaşlarınız ile konuşup paylaşmak, arkadaşlarınız ile aranızda iş hayatının ötesinde bir başka iletişim kanalı oluşmasını sağlayacaktır. Bu sayede hem sizin hem arkadaşlarınızın bunaldığınızda yöneleceğiniz veya muhtemel bir vaka ile oluşmuş olan tansiyonu düşürme amacına hizmet etmeye yönelik yadsınamaz bir yöntem, bir materyal elde etmiş olursunuz. Tek düze iş hayatınızın içine sosyal iletişim olanaklarını dahil ederek kendinizi ve paylaştığınız iş arkadaşınızı bir kaç dakikalığına dahi olsa iş hayatının yarattığı stres'ten arındırmak aslen her derde devadır diyebileceğimiz bir aktivitedir.

Üniversite yıllarımdan kalan fotoğrafçılık hobimi işyerimde bir kaç arkadaşımla paylaşmaya karar verdiğimde, bu kararımın beni bir kaç yıl sonra işyerimde bir fotoğraf yarışması organize etme noktasına getireceğini söyleseler asla inanmazdım. Minik sohbetler ile başlayan bu hobileri paylaşma seanslarım sayesinde iki arkadaşımı aynı hobi ile tanıştırırken bir fotoğrafçılık kulübü kurulmasına önderlik ettim. Geçtiğimiz günlerde ise şirket içi bir yarışma düzenledik ve normal şartlar altında hiç ilgim olmayan departmanlardan katılımlar oldu. Katılımcılardan bir tanesi ise bu olayın "ne kadar monoton bir iş hayatı olduğunu" düşündüğü günlerde karşısına çıktığını söyleyip yakın çevresinde sadece "iş" konuştuğu insanların kendisi ile aynı hobiyi paylaştıklarını öğrenmesiyle işyeri hakkındaki düşüncelerinin tümüyle değiştiğini belirtti. Evrensel doğrular kendisini her ortamda ispatlamıştır. Elli bin kişinin çalıştığı çok uluslu bir şirket olan işyerim insan kaynakları konusuna çok önem verir. Öyleki her ay düzenli olarak bir insan kaynakları bülteni yayınlanır. Bu bültenlerin her bir sayısında da şirket çalışanlarından birkaçının kimse tarafından bilinmeyen hobileri anlatılır.

Bu konu ile ilgili özellikle yönetici seviyesinde olan kişilere tavsiyem şudur. Ekibinizdekilerin ne tür hobilere sahip olduğunu, boş vakitlerinde neler yapmaktan hoşlandıklarını mutlaka öğrenin. Motivasyon yaratma noktasında bu bilgi çok faydalı bir materyal olarak elinizi kuvvetlendirecektir. Ayrıca kim bilir! Belki siz de farklı bir hobi ednirsiniz bu sayede.

İşyerinde stresi altetmenin diğer yöntemlerinden biri de olay ve durumlara empati ile yaklaşabilmekten geçer. Başta peygamberler olmak üzere büyük düşünür ve filozofların hemen hepsi empati'nin önemine değinmislerdir. Benim de size tavsiyem her zaman empati yapmaya çalışmanızdır. Gerçi insan ilişkilerinin yeraldığı her ortamda empati, yani kendinizi karşınızdakinin yerine koyarak düşünme gerekliliği vardır. Ancak iş hayatında bunu tatbik etmek hayati derecede önemlidir. Empati daha çok yönetici pozisyonunda olanlar için ve kendi astları ile olan ilişkilerinde ve genellikle daha kolay becerilebilen bir düşünüş biçimidir. Ne varki tersi durum o kadar parlak değil, yani alt kademede çalışan birinin kendini amirinin yerine koyabilmesi oldukça güç olabilmektedir. Ancak şunu önemle belirtmeliyimki empati yeteneğini geliştirebilmiş olan kişiler özellikle üstleri ile çok daha az sorun yaşamaktadırlar.

Düşünün; müdürünüzün sizden istediği görevi neden sizin öngördüğünüz biçimde değil de onun tarif ettiği gibi yapmanız gerektiğini anlasaniz hayat çok daha kolay olmaz mi? Bu sebeple özellikle üstünüz ile bir fikir ayrılığına düştüğünüzü gördüğünüzde empati kurmaya çalışın. Onların yerinde olsaydınız o işin nasıl yapılmasını isterdiniz ? Üstünüzün yerinde olsaydınız kriterleriniz farklı olur muydu? Davranışınızı bu bakış açıları ile belirlediğiniz durumların stres yaratma ihtimali neredeyse yok denecek kadar az olacağını düşünüyorum.

Burada belirtmeden geçemeyeceğim, empati konusunda başarılı olan kişilerin kariyerlerinde üst basamaklara çok daha hızlı tırmandıkları göz ardı edilmeyen bir başka gerçektir. Yani size tavsiyem hem bugününüz hem de yarınlarınız için güzel birşeyler yapmak istiyorsanız davranış ve tepkilerinizi kendinizi karşınızdakinin yerine koymadan, yani empati yapmadan belirlemeyin.

Timucin Gokdemir
19 Haziran 2010, Dunya Gazetesi

Isyerinde Stres - I

Hepimiz günlük iş curcunası içerisinde çoğu kez bunalımlar geçirecek noktaya gelmişizdir. Hatta bu bazılarımız için iş hayatının doğal tepkimesidir. Daha da ileri gidelim; Bazılarımız bu durumu kanıksamaya, normal hayatın bir parçası gibi görmeye dahi başlamış olabilir.

O kadar abartmayalım, herşeyin olduğu gibi stresi de alt etmenin yolları var.

Nedir bu yollar? Bazılarını bu yazı dizisi ile burada sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

Yine de baştan belirtmek gerek; bu tavsiyelerin hepsi biçilmiş kaftan gibi size uymayabilir. Uyanları hayatınıza uygulayıp, uymayanlar üzerinde ise kendi uygulama biçiminizi geliştirebilirsiniz.

İşyerinde stresi engellemenin en önemli yollarından biri kurallı çalışmaktır.

Bir kural kitabınız olsun ve bu kurallardan asla ayrılmayın demiyorum. Basit birkaç kuralınız olsun ve bu kurallarınızı asla bozmayın. Bu tıpkı yollara şerit çizmek gibi şeydir. Yol üzerindeki şeritler aslında çok basit bir kuralcılık yaklaşımıdır zaten. Kimse bu kurala uymak için eğitilmek zorunda da değildir, herkesin anlayabileceği kadar basit bir kavram olmasına karşın bizleri ciddi kaos ortamlarından korumaktadır. Sizin de işyerinizde kendi çalışma prensiplerinizi açıkça gösteren basit ancak net çizilmiş kurallarınız var ise birlikte çalıştığınız kimseler bu kurallarınıza saygı duyacak ve stres yaratacak oluşumların meydana gelmesine engel olacaktır.

Stresi engellemek noktasında her konuya yeterli zamanı ayırmak da büyük rol oynar. Bu noktada "telefonsuz ve internetsiz" bir zaman diliminiz olması size çok büyük yarar getirecektir. Bu fikrimi ilk kez bir dostuma tavsiye niteliğinde dile getirdiğimde aldığım ilk tepki ilginç ancak beni şaşırtmayan cinstendi. Arkadaşım "nasıl yani! Çalışmayayım mi?" şeklinde yaklaşmıştı tavsiyeme. Oysa telefon görüşmeleri ve özellikle internet bağlantısı gerektirmeyen o kadar çok işimiz varki; çoğu kez farkında olmayız, ancak bu işlerimizi yukarıda bahsettiğim telefon görüşmeleri ve internet bağlantımızın bize sunduğu iletişim yollarının yarattığı meşguliyetler sayesinde daha bir geç bitirmek durumunda kalırız. Daha masum bir bakış acısı ile mi bakmamı isterdiniz! Peki, daha geniş bir zaman diliminde bitirmemize vesile olurlar diyelim.

Hazırlamanız gereken bir rapora veya bir müşteriniz için dolduracağınız sipariş formuna gelen telefonlar sayesinde kaç kez ara verdiğinizi bir ara sayıverin. Bu durumun içler acısı haline gelmiş boyutu nedir biliyor musunuz? Bu tip işlerinizi ya evde ya da (yine iyimser bakış ile) evden işe, işten eve yolculuklarınızda tamamlamaya çalışırsınız. Her gün kullandığım hızlı trende bu tip insanlarla hep karşılaşırım. Ellerinde dizüstü bilgisayarları, ya kelime işlem ya da şunu hazırlama programları ile yetiştirmeleri gereken rapor yada sunumları üzerinde çalışırlar. işimin neredeyse tamamı dış çevre ile bağlantılı olmamı gerektirmesine rağmen hergün en az 45 dakikamı internet ve telefondan yoksun olarak değerlendirirm. Bu 45 dakikanın benim için çoğu kez nasıl hayat kurtarıcı çalışmalara vesile olduğunu sanırım anlatacak sözcükler bulamam şimdi.

Ancak şunu ifade edeyim; O "dış dünyadan kopuk" zaman diliminde yaptığım çalışmalar sayesinde bir çok stresli ve tansiyonu yüksek konu ve durumlara "net" ve kesin çözümler getirdiğimi müşahade ettiğim çok zamanlar olmuştur. Bu anlar beni ve hatta diğer çalışma arkadaşlarımı "o" anın stresinden uzak tutmuştur. Dolayısıyla sizlere de tavsiyem, internet bağlantınızı kapatıp, telefonlara da cevap vermeyeceğiniz bir 45 dakikayı ayırın kendinize bugün. Yapacak hiç bir şeyinizin olmadığını düşünseniz bile birkaç dakika sonra bu zamana dahi sığdıramayacağınız işlerin sizi beklediğini göreceksiniz.

Ah! Unutmadan; bu sürenin sonunda internet bağlantınızı açmayı ihmal etmeyin. Dünya'dan çok fazla kopmak da iyi değildir.

Timucin Gokdemir
12 Haziran 2010, Dunya Gazetesi